Ekonomide yıllardır süren yanlış politikaların bedelini bu ülkenin halkı ödüyor.
Kağıt üzerinde büyüme rakamları, ihracat başarıları, mega projelerle övünülse de sokakta gerçek bambaşka. Enflasyonun yakıcı ateşiyle alım gücü eridi, küçük esnaf kepenk kapatıyor, fabrikalar konkordato ilan ediyor, borç batağına saplanan patronlar intihar ediyor ya da yurtdışına kaçıyor. On binlerce işçi işinden oldu, yüz binlerce aile geçim derdiyle boğuşuyor. İşsizliğin ve yoksulluğun pençesindeki insanlar umutlarını kaybettikçe toplumda huzursuzluk büyüyor. Fuhuş, hırsızlık, gasp, cinayet... Hepsi yoksulluğun ve çaresizliğin doğurduğu çürümüşlüğün yansımaları.
Peki bu ülkeyi yönetenler arasında kim bu acı tabloyu gerçekten dert ediyor? Saraylarda ve lüks araçlarda yaşayan, dolar hesabıyla servet büyütenler mi? Yoksa her kürsüye çıktığında “rekor büyüme” masalları anlatanlar mı? Halk açken, çocuklar yatağa aç girerken, işsizler çaresizlikten intihar ederken, kim çıkıp da bu tabloyu kendi sorumluluğu olarak görüyor? Adaletin rafa kalktığı, liyakat yerine yandaşlığın prim yaptığı, mafyanın bile ekonomik boşluklardan nemalandığı bir düzende; devletin görevi sadece istatistik makyajlamak olmamalı.
Devletin görevi, vatandaşın evine ekmek götürebilmesi, işçinin emeğinin karşılığını alması, esnafın ayakta kalmasıdır. Ama maalesef bugün ülkeyi yönetenler, halkın feryadını duymaktan çok uzak. Duymazdan geliyorlar, çünkü kendi koltuklarını kaybetmeme telaşı her şeyin önüne geçmiş durumda.
Oysa tarihin en büyük derslerinden biri şudur: Açlığın, yoksulluğun ve adaletsizliğin büyüdüğü toplumlarda düzen sonsuza dek sürmez. Suskunluk bir gün öfkeye, öfke bir gün isyana dönüşür. İşte o zaman, bugün kulaklarını tıkayanların tarih önünde vereceği hesap çok ağır olur.
